İnsanlığın en kadim alışkanlıklarından biridir şiddet.Başlangıcı,Adem’in iki oğlundan biri olan Kabil’in,kardeşi Habil’i öldürmesine kadar  dayanır.Dini literatüre Kabil’den bu yana insan öldüren herkes bu günahından bir tutam da Kabil’e hediye etmektedir(!) diye not düşülmüştür.
     
Gençliğimizin önemli bir bölümü,1970 – 1980 yılları arası geçti.O yıllarda ideoloji maskesi takmış çılgınlık,hatta cinnet derecesindeki şiddet,sadece ülkeyi,şehirleri,mahalleleri değil aileleri ve ruhları da esir almıştı.Sağın ve Solun iki düşman kamp olarak birbirini tüketmeyi tek amaç  olarak aldığı bir çılgın anlayış ve toplumsal ideolojik cinnet tüm vatan sathına virüs gibi yayılmıştı.Bir tarafın Marksist-Leninist teoriler gereğince terörü,anarşiyi bir ideolojik yöntem olarak seçtiği, diğer tarafınsa memleketi “komünistlere” kaptırmamak için mücadele ettiğini söylediği doktiriner bir parti taraftarlarının oluşturduğu Türkiye.Günde 10-15 kişinin öldürüldüğü kahvehane, işyerleri, evlerin ve parti binalarının bombalandığı anarşi ve terörün kol gezdiği yıllar.Kurtarılmış mahalleler,bölgeler,ilçe ve iller.

Daha sonra bir yaz tatilinin bitiminde, 12 Eylül 1980’ de yapılan bir askeri darbe.Bir anda memle
kette Marksist-Leninist eylemler ve komünist evrime karşı verilen mücadele bıçakla kesilmiş gibi sona erdi.Sonra seksenli yıllara gelindi.Kabul etmeli ki yetmişler kadar yaygın bir şiddet yoktu.Bir
incisi askeri bir rejim, uzun bir dönem hayatın her alanına hakimdi.İkincisi bilhassa eğitimde takip edilen depolitizasyon felsefesi her kesin “sev genç” olmasını istiyordu.Gençlerin düşünce sahibi olup memleketi karıştırmasındansa içlerinin tamamen boşaltılması evlaydı.Bu yıllarda boyalı basın, bilhassa cinselliği sömürü aracı olarak kullanarak altın çağını yaşar(!) Televizyon da tek kanaldan çoklu kanallara bu yıllarda geçer.

Bitti denilen terör boyut değiştirerek; eruh ve Şemdinli baskınları ile ayrılıkçı ve etnik bir yapı olarak vizyona konularak günümüze kadar on binlerce insanın hayatına mal olur.Doksanlara girildiğinde çocukluğumuzun masum melodram siyah beyaz,Türk filmlerinin yerini, “testere” gibi
iğrenç ötesi filmler almıştı.Bu yıllarda gençlerin aksiyondan anladıkları onlarca insanın öldürül
düğü,arabaların,binaların havaya uçurulduğu “ekşın”filmleriydi.Gençliğin idolleri de doğal olarak filmlerin başrol oyuncuları olan  kahramanlardı(!) 1990’lı yılların sonuna doğru ülkedeki sivil oto
ritetekrardan bir askeri darbeye muhatap olarak yönetimi vesayet altındaki bir sivil otoriteye terk etmek zorunda kaldı.28 Şubat Askeri Müdahalesi,Darbe Literatürüne “post modern darbe” olarak geçti.Bu defa zinde güçler direk olayın içinde olmamış bunun yerine çeşitli yönlendirme,dezenfor
masyon,sahte şeyh operasyonları ve karargahlardaki brifinglerle iş bitirilmişti.

İki binli yıllara geldiğimiz de iyice artan şiddet olgusu,her kesin gündemine girdi.Genç neslin içerisindeki canavar uyandırılmıştı bir kere.Annesini doğrayan genç kızlar,evlatlarını zehirleyen anneler,eş ve çocuklarını öldüren anne ya da babalar,öğretmenlerine ve arkadaşlarına okulu dar eden öğrenci haberleri  alıştığımız rutin sıradan birer magazin haberleri gibi toplumda kanıksan                                 
maya başladı.Psikologlar,polisler,anne-babalar,okullar ve siyasi irade bu nev-zuhur şiddet özlemi ile yanıp kavrulan genç nesle hazırlıksız yakalanmıştı.Nev-zuhur, hodgamca bir yaşamı kendisine şi
ar edinen jenerasyonun içindeki şiddet canavarı bir türlü dizginlenemiyordu.

Bu yıllarda şiddeti “idealizm” kılıfıyla takdim eden “Kurtlar Vadisi” ve benzer dizilerin ne yazık ki istisnasız her kesim tarafından ağır bir trans halinde izlenmesi de ayrıca incelenmeye değer bir medya ve şiddet olgusu olarak uzmanların ilgisini bekliyor.Şiddet kültürü beslene beslene normal
leşti,sıradanlaştı.Bütün yurdu esir alan bu ruh görmezden gelinerek kangren haline dönüştü.


Gerçekten ürkütücü bir çağda yaşıyoruz.Köpeklerin serbest kaldığı taşların bağlandığı ürkütücü bir zaman.Tıpkı Çinlilerin dediği gibi,“İlginç Zamanlar.”Bizim nesil şiddetin enva-i türlüsünü gördü.Ama hiç biri yaşadığımız çağdaki kadar “sofistike” değildi.Gittikçe yaşamaktan korktuğu
muz zamanlara doğru ilerlediğimizi hissediyoruz.Kıyamet galiba önce içimizde,sonra üzerimiz de kopmaya hazırlanıyor.Fakat her şeye rağmen bir insan olarak bu kötü gidişe dur deme sorum
luluğumuz var.Herkes kendi etki alanındaki şiddete dur demeyi başarabilirse bu amansız kasırga yavaş yavaş dinecektir.