Geçmişin yüreğinde bıraktığı hasarın onarımına dair yapmadıkları, zihninin arapsaçına dönen düşüncelerini çoğaltıyordu. Korkularının sebebinin ana kaynağı, çocuk yaşta yapayalnız kalmış olmasına bağlanabilirdi. Koskoca yaşam içerisinde tam anlamıyla birdi, tekti. Tekliği; uzayan, sabaha bir türlü çıkmayan zamanların gecelerinin felaketiydi. Gecelerden öyle ki çekinir, öyle ki gecelerden çıkmak istemezdi! Karanlığa bağlılığına sebep, birazda bu kapkaranlık gecelerdi. En çok, kasabanın etrafında yer alan ve ucu göz kamaştıran bir aydınlığa çıkan mağara karanlıklarını severdi. Buralar sadece kendini dinlediği, başka seslerin hüküm sürmediği yerlerdi. Öyle ki, aydınlığın hükmündeki günlerin içinde yer edinmiş kargaşadan, gürültüden arınmış bir sessizlikte, kendine özeldi. Ne gecelerin çıkmazından kaçabilir, ne günlerin aldatıcı özgürlüğüne sığınabilirdi. Geceler kaybediş, günler acı bir bekleyişti. Gelmeyeceklerini bile bile umutla, özlemle beklemekti. Vazgeçişi, yüreğinde sağlam bir yer edinmiş sevgilerin kopmasına işaretti. İmkansız gibi bir şeydi. Vazgeçemezdi…
Annesini, babasını ve iki kardeşini o gecelerin birinde, uğultuların sarsıntılarında kaybetmişti. Uğultular arttıkça artmış, yer yatağında olan bedeni oradan oraya savruluvermişti. Çığlıkların çoğaldığı, gözyaşlarıyla kelimelerin karıştığı yakarışlar yaklaşık iki dakika sürmüştü. O anda kendisine saatlerce süren bir durum gibi gelmişti. Yerle bir olan, başlarına yıkılan yuvalarının her bir gözü adeta bir yok oluşun, bir kaybedişin merkeziydi. Birkaç saat duyduğu sevdiklerinin sesleri, daha sonra kesilivermişti. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bağırıyor çağırıyor ama cevap alamıyordu. Kaybedişi en derinden, bir o kadar yakından hissediyordu. Elinden bir şey gelmiyordu. Yıkıntılar arasında ki karanlık; acılarını, korkularını ve hüznünü büyüttükçe büyütüyordu.
Sarsıntıların etkileri kasabanın üzerinden günün ağarmasıyla kalkıyor, yaşanan acı tablo net olarak kendini gösteriyordu. Kaybedilenler çoktu… Kurtarılmasına ve bedeninde sadece ufak tefek yara bere almasına sevinemiyordu. 15 yaşında tüm sevdiklerini kaybetmiş ve bir başına kalmıştı. 15 yaş nedir ki koskoca yaşam içerisinde, yalnızlıkla birlikte… Nasıl sevinebilirdi? Yalnızlık bir kader, alnına yazılıvermişti. Silmek istediği bu yazı bir türlü silinemiyordu. Gelip kendini bulan, bu nasıl bir kaderdi!
Zaman geçiyor, onarılan yıkıntılar ve konu komşu desteğiyle yaşam bir şekilde devam edip gidiyordu. Kendi de yavaştan ailesinin izinden giderek ekip biçmeye başlamıştı. Kasabalının birçoğunda tarla takım nedeniyle birbirlerine olan husumetler, sarsıntıların etkisiyle ve yaşattıklarıyla dahi geçmemişti. Buz kesen yüzlerde ki yok olan masumiyetleri yeniden var edememişti. Kasabalılarla haşır neşir olmazdı. Yaklaşmamasında ki nedenlerden biri de buydu. Birbirlerine tahammül edemeyen, sevgisizlik içinde bakışlar insanları birbirlerinden koparmıştı. Bir olup birçok zorluk aşılacakken, ayrı kalmayı seçmişlerdi. Bir nefeslik yaşam içinde bu davranışlara akıl sır erdiremezdi. Selamı sabahı kesmez lakin o kendi yoluna giderdi. İşine gücüne sahip çıkar, hayatı eline alıp yürümeye devam ederdi. Mutlu olmaya değil, kaybettiklerinin hüznüyle verilen yaşam şansını adam akıllı teslim etmeye doğru ilerlerdi. Bu kısa yaşamında korkularını bıraktığını sandığı büyük kayanın dibine çökerek, gözyaşları eşliğinde çoğunlukla susan kelimeleri dile gelirdi.
Neredeyse her gece sarsıntıları yeniden yüreğinde ve beyninde hissediyor, çığlıkları duyuyordu. Çaresizce o anları tekrar tekrar yaşıyordu. Gece boyu uyuyamıyor ve sabaha kadar büyük kayanın dibine bıraktığını sandığı korkularının sarsıntıları bedenini, ruhunu inceden inceye tüketiyordu. Sevgi, şefkat ve umut dolu yüreği, ne kadar korumaya çalışsa da yıpranıyordu. Sabahın ilk ışıkları umudunu tazeliyordu. Güne erkenden koyulması acıları azaltıyor, umudu çoğaltıyordu…