Yalnızlıkla yoğrulan günler..! (10)
Bitmek bilmeyen yolculuğunun gerçeklikle örtüşmeyen tarafları ortaya çıkmaya başlamıştı. Yaşadıklarıyla ne bir hayalde, ne de hayattaydı. Annesinin başucunda ki belirli belirsiz görüntüsü gerçekliğin bir parçası gibi dururken, boylu boyunca bir yatağın içinde ki bedeni ağrıların ve sanki sanrılarının pençesindeydi. Ne olup bittiğini yorgun hafızasına sorup öğrenmek istiyor, sonrasında cevapsız kalan sorular ve üzerine yığılan yorgunluklar oluyordu. Annesinin, kendisi çocukken babası Rıza’dan yediği dayakları hatırlıyor, elinin üzerinde hissettiği eline daha sıkı sarılmaya çalışıyordu.
Bu yolculuk otobüs yolculuğundan çok bir yaşam yolculuğunu anımsatıyordu. İçinde bir insanın ömrü boyunca hissettiği tüm duygular yer alırken, daha çok mutsuzlukla ve acılarla ağladığı anlardan ibaretti. Ne gün yüzüne gülmüştü, ne de kendi doya doya gülebilmişti… Annesinin eli bir sığınak, tam anlamıyla kuramadığı yuvasıydı. Burada belki kahkahaları yoktu fakat tebessümleri vardı. Ona yeter de artardı. Tüm gerçekliğinin içinden olağanca hızıyla geçip, yavaş yavaş süzülüp demlenen yaşamı buradaydı. Bu eli bıraktığında yaşamı da bırakmış olacaktı. Asla bırakamazdı, bırakmamalıydı.
Bir boşluğu tutarcasına boşa çıkan bu çaba, içerdeyken kendi yediği dayaklar sonrasında gördüğü hayallerden mi ibaretti! Bunları hatırlayamayacak kadar üzerinden epeyce zaman geçmiş ve hem bedeni hem zihni eskiyi unutma üzerine kendini güdümlemişti. Her açıdan yorgundu. Bu yorgunluğu ömrü var oldukça bitmeyecek bir hal almıştı. Nice günler bitmesini istediği olmuştu fakat eşit bir yaşam için diledikleri gibi o dileği de olmamıştı. Birçok konuda hayat ona cömertliğini pek sunmamıştı. Geçmişin zamansız, mekansız bir yerlerinde oyalanıp durmasına fırsat vermiş, hedef gözetmesi istenmemişti. Geçmiş tam anlamıyla onun için toz haline gelmiş bir buluttan ibaretti. Bu tozlar dört bir yana savrulmuştu. Ne yeri belliydi, ne de zamanı. Sadece yapayalnızdı…
Kısık kısık inliyor, bu ölüm uykusuna dönen uykudan bir an önce kalkmak istese de beceremiyordu. Çaresizdi… Küf tutmaya başlamış eskiyen yalnızlığı, ruhunun bedeniyle birleşen yerlerinin çeperlerini zorluyor, adeta kopup kurtulmak istiyordu. Bu durumu olağan karşılayan gevşemeye başlayan bedeni, elinin üzerinde hissettiği annesinin eliyle tekrar toparlanmaya çalışıyordu. Etkisinden ve içinden çıkamadığı bu karanlık anların son bulmasına annesi sebep olabilirdi. Böyle koy vermek ne kendine, ne düşlerinin sahibi düşüncelerine yakışırdı. Rüyayla karışık uyanık hali bir an önce bitmeliydi. Bu gidişat gidişat değildi. Ruhunu yeterince yormuş, iyileşemeyecek boyuta taşımıştı. Hastaydı… Kendide epeydir bu durumun farkındaydı.
Ne tam anlamıyla var olabiliyor, ne yokluğa dalabiliyordu. Ne uykudaydı, ne de yaşamı kucaklayabiliyordu. Hem derindi uykusu, hem bir güvercin tedirginliğiyle her an ürküp kalkabilirdi. Garip bir haldeydi. Tüm hücrelerine nüfus edip kontrolü eline almış sanrıları artık ne istese onu yaptırabilecek güçteydi. Hayallerini çoğaltıp, gerçekleri azaltabilirdi. Olmayanı var edip, olanı yok edebilirdi.
İyi edecekse onu, annesi iyi edecekti. Yoksa bu karanlığa gömülecek ve ömür boyu çıkamayacaktı. Rıza’nın eşi 6 çocuk doğurmuş 2 sini kaybetmiş, emektar, vefakar, acılar yaşamış ama sesi hiç çıkmamış, güzeller güzeli Gülizar…