Tren o gün yine doluydu. Bu anlatılmaya değmez, kendi açımdan önemsiz bir konuydu. Ayakta seyahat ettiğim, öylesine zamanlardan biriydi. Bana çok farklı gelmemişti. Çünkü bu durum sıradan ve çok sık tekrar ederdi. Hınca hınç dolan, nefes almakta dahi zorlandığım birçok seyahatim mevcut olmakla birlikte, mevzu edilecek boyutta çok garipte değildi. Ta ki yolculuk esnasında sarsıntılardan zarar görmeme adına, bir köşeye yaslanıp ayakta durduğum noktadan, onu görünceye kadar herşey normaldi. Tren hareket etti ve o, istikamete ters bir koltukta başını önüne eğmiş, öylece sessizdi, sakindi.
Yılların yaşattıklarıyla beyazlamış saçları, bükülmüş beli besbelliydi. Üstü başı sahipsizliğinin göstergesiydi. Pantolonunun paçalarını eskimiş çoraplarının içine koymuş, ayağına sıradan bir terlik giymişti. Elleri, eğmiş olduğu başının yanında üşüyor olsada, bu kesinlikle mevsimden değildi. Soğuk yüzlerin umursamaz ifadeleri, bir insanı her şeyden soğutmaya da yetebilirdi. Sık sık beni görmediğinden emin olarak dönüp baktım ve içimden, yaşadıkları adına tahminler yürütüp yaşlar akıttım. Hayat böyle sahipsiz, böyle hoyrat, böyle acımasız bir düzen üzerine mi işlemeliydi! Bu kimseye hak görülmemeliydi.
Bir ara ayağa kalktı. Başı önde, bükülmüş belini doğrultamadı. Biraz ayakta durdu, sonra koltukların arasında ilerledi. Muhtemelen yaşlılıktan ve belinden dolayı ağrıları vardı ve hareket etmek istemişti. Etrafındakilerin bir kısmı acıyarak, bir kısmı görüp başını çevirerek burada ne işin var der gibiydi. Görevli geldi ve kollarından tutup, neden kalkıyorsun yerinden, geç otur gibi laflar ederek yerine getirdi. Yerine tekrar otururken gördüm o güzel yüzünü ve gözleri muhteşemdi. Yılların ve yaşattıklarının insanın yüzünde bıraktığı izler, bir insana ancak bu kadar yakışabilirdi. Benim diyen birçok kişiden daha yakışıklı, daha karizmatikti. Yüzünü görünce düşüncelerim, daha da netleşti.
Adını bilmediğim, bilmemin de bir öneminin olmadığı fakat kendime yürekten yakın hissettiğim bedeni epeyce yaş almış beyefendi…
Hayatı ıskalamış, hayatın ıslatıp tokatladıklarından gibisin. Öyle garip, öyle hüzün dolu ki bakışların, sanki her şeyden bıkmış çekip gitmek istemişsin. Dar değil bu koca dünya, sende görmelisin. Belki gününü geceye çevirmişler, ömrünü karanlık bilmişsin. Yüreğin güzel, mahcubiyetin hak olan varlığına, üstelik ağzın var dilin yok. Lakin bu halinle ancak kendine Adana’da yer bulabilirsin. Şimdi çok mu mutlusun, muhtelemen değilsin. İsmini bildiğim başkaca diyarlarda, daha çok üzülebilirsin. Kabul etmeyi lütuf görenler var. Birçok değerden yoksun olsa da, kendini insan sananlar var. Bir dirhem toprağın, bir küçük taşın oluşum sürecinden bihaberken, şu Toroslar gibi yüce dağları, hatta dünyayı kendisinin bilenler var.
Adana’da aslında senin gibidir. Öyle gülüp eğlendiğine, yiyip içtiğine bakma. Yüreği kırıktır, acı çekmiştir. Acı çekmişlere sahip çıkmış fakat çekip git dememiştir. Mazlumların mekanıdır bu koca şehir, mazlumlara bile zaman zaman gülmeyi öğretmiştir. O yüzden seni görmezden gelenlere, itip kalkanlara, laf edip temiz duygularını kirletmeye çalışanlara yüz vermemelisin. Cevabını ver, verme diyemem. Lakin en önemlisi; o güzel bakışlarınla bazılarına unuttukları duygularını hatırlatıp, bazılarına da yeni bir şeyler öğretmelisin. Onlar senin gibi değil, asla da olamazlar bunu bir yere not etmelisin. Unutma; öğretmelisin… Bunu insanlık adına bir görev bilmeli, hayatı değerleriyle önlerine sürmelisin. Unutma; kıymetli olan sensin…